Şiirde İlk Yıllarım (1)

1970 yılının güz aylarında Balıkesir Lisesi’nde birinci sınıfa başladım. İlk edebiyat dersimizde öğretmenimiz Sevinç Eryaşar, ciddi birer edebiyat okuru olabilmemiz için okumamız gerekli elli kadar kitabın adını ve yazarlarını tahtaya yazmış, bizim de bu listeyi defterlerimize geçirmemizi istemişti.

ŞİİRDE İLK YILLARIM (1)

Temmuz 24, 2017 Geliştirici: tfisekci

1970 yılının güz aylarında Balıkesir Lisesi’nde birinci sınıfa başladım. İlk edebiyat dersimizde öğretmenimiz Sevinç Eryaşar, ciddi birer edebiyat okuru olabilmemiz için okumamız gerekli elli kadar kitabın adını ve yazarlarını tahtaya yazmış, bizim de bu listeyi defterlerimize geçirmemizi istemişti.

Listede Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Fakir Baykurt, Kemal Bilbaşar gibi o yıllarda ilk akla gelebilecek yerli yazarlar; Balzac, Zola, Maupassant, Dostoyevski gibi klasikler; Dağlarca, Necatigil gibi şairlerin yanında Özdemir İnce’nin henüz bir yıl önce May Şiir Ödülünü almış Kiraz Zamanı kitabı da vardı. Güncel edebiyatı da izleyen bir öğretmenimiz varmış demek. Kitaplar çoğunlukla Varlık Yayınevindendi ve fiyatları da bir ya da iki lira gibi kolayca alınabilecek ucuzluktaydı.

İlk yıl düzyazı kitaplarla haşır neşir oldum. Henüz sanırım bir şiir kitabı okumamıştım. Nasıl oldu bilmiyorum evde Necatigil’in bir şiir kitabını bulup  okudum. Yaz tatili geldiğinde tek okuyabildiğim şiir kitabı oydu. Ama artık kitapları merak ediyor, Anafartalar ve Kuvayı Milliye caddelerindeki kitapçılara girip çıkıp raflarda neler olduğuna bakıyordum.

Bir gün bir rafta Dağlarca’nın Batı Acısı’nı gördüm. Kitap 1958 basımıydı ve muhtemelen on üç yıldır orada beni bekliyordu. Fiyatına baktım, iki liraydı ama bende o para yoktu. Ailemden istemeye de çekindim. Aklıma başka çocuklardan duyduğum bir yol geldi.

Yaz tatilinde çocuklar harçlık kazanmak için simit satıyorlardı. Ben de aynı şeyi yapmaya heveslendim. Evimiz şehrin biraz dışındaydı. Sabah erkenden bisikletle şehre iniyor, ekmek ve gazete alarak geri dönüyordum. O sabah şehre inince bir simit fırınına gidip, simit satmak istiyorum dedim. Fırıncılar böyle taleplere alışkın olmalı ki, hiçbir şey sormadan bir simit tablası ile yirmi otuz kadar simit verdiler. Sokaklarda bağırarak dolaşmaya başladım. Saat 11’e doğru simitleri bitirdim. Fırına gidip simit tablasını ve paralarını verdim. Bana yetecek iki lira kalmıştı. Kitapçıdan Batı Acısı’nı, sonra da evin ekmeğini ve gazetesini alıp geri döndüm. Evdekiler merak içindeydiler elbet ama yine de kimse üstüme gelip bir şey sormadı.

Batı Acısı’ndaki şiirleri tat alarak okudum. Necatigil’i de öyle okumuştum. İçimde şiir denen şey uyanıyordu.

Balıkesir’deki kitapçılar arasında, Kenan Bey çok ilgimizi çekiyordu. Milli Kuvvetler Caddesinde, içine iki kişi girdiğinde ancak kıpırdamadan ayakta durulabilen daracık bir dükkânı vardı. Neredeyse tavana kadar yükselen kitap yığınlarının ardından Kenan Beyin yalnızca başı görünürdü. Kalın camlı gözlüklerinin ardında gözlerini kırpıştıra kırpıştıra tükenmez bir heyecanla kitaplardan söz ederdi. Atay’la sık sık bu kitabevine giderdik. Kitap alacak pek paramız yoktu ama Kenan Bey’i uzun uzun dinlemekten büyük zevk alıyorduk. Kenan Bey’in evi de kitabevinin üst katındaydı. Kitabevinin ön kapısından girip çıkması olanaksızdı. Arkadan bir merdivenle evine gidip geldiğini düşünürdük. Hatta boynundan altını hiç görmediğimiz bu insanın kitapların arkasında pijamalarıyla olup olmadığını merak ederdik.

Lise ikiye başladığımda, sınıfımızda Nural isimli, ön sırada oturan, sarı saçlarını iki yana ören bir genç kız vardı. Kendimi ona âşık olmuş hissediyordum. Ama konuştuğumuz falan yoktu. Ben arkalarda oturuyor, uzaktan gözlerimi alamadan hep ona bakıyordum.

O günlerde arkadaşım Atay, eline bir fotoğraf makinesi geçirmiş, sınıftakilerin durmadan fotoğraflarını çekiyordu. Okulda yatılı olduğu için de bizim evde bir karanlık oda kurmuş, filmleri orada basıyordu. Ben de ona banyolarda yardım ediyordum. Karta basılan fotoğraf, birinci banyoya atılıyor, beş on saniye sonra görüntü kartın üzerinde yavaş yavaş belirmeye başlıyordu. Nural’ın kartlar üzerindeki görüntüsü parmaklarımın ucunda belirmeye başladığında heyecandan ölecek gibi oluyordum. Bir fotoğrafı büyütüp küçültüp, çerçevesini değiştirip bir sürü Nural elde etmiştim.

Sömestr tatili geldiğinde onu iki hafta göremediğimden çılgına dönmüştüm. Bir defter dolusu şiir yazdım. Elbet hiç kimsenin haberi olmadı o defterden.

Sonradan soğur gibi oldu şiire düşkünlüğüm. Politik gelişmeler (Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanması ve sonra da idam edilmeleri), ertesi yıl da üniversite giriş heyecanı dağıtmıştı şiire olan ilgimi.

1973 yılının 1 Kasım günü, ılık ve hafif çiseleyen bir yağmur altında, dört yıl boyunca hukuk okuyacağım İstanbul Üniversitesi’nin merkez bina kapısından içeri girip iki yanda çınar ağaçlarının sararmış yapraklarını hâlâ dallarında taşıdığı yolda ağır ağır yürürken, şiirin de benimle yürüdüğünü sezdim. Bu koca bahçe, Beyazıt Kulesi, üniversitenin tarihi yapıları, arka bahçeye çıktığımızda kucağımızda oturuyormuş duygusu uyandıran Süleymaniye Camii, orta bahçedeki havuzun çevresindeki salkımsöğütler hepsi şiirle dolduruyordu içimi. Öğleden sonraydı derslerimiz. Kış öğleden sonralarının loş, olgun hüznü içinde girdiğim amfide dinlediğim dersler hep şiirdi sanki.

Aynı okulda öğrenci olan ağabeyimin uyarısıyla duyuru tahtasında gördüğüm bir burs için başvuruda bulundum. Birkaç gün geçmişti ki, TATKO bursu için görüşmeye çağrıldım. Merkez binanın Mavi Odasındaydı görüşmeler. Kapı önünde sıramızı bekliyoruz içeri girmek için. İlk günlerde amfide en önde oturup, ders aralarında da sigara içmesiyle dikkatimi çeken biri vardı. Tanıştık. Serpil’miş adı. Cağaloğlu’ndaki İstanbul Kız Lisesi’nde okurken AFS bursuyla Amerika’ya gitmiş. Lise sonu Kaliforniya’da, Sacramento’da okumuş, çatlata çatlata Amerikan ağzıyla söylüyor İngilizce sözcükleri. Çorlulu bir öğretmenin kızıymış, ailesi Samatya’da oturuyormuş. Araya lisede Latince okuduğunu, Latince öğretmeninin de Azra Erhat’ın arkadaşı Leyla Özbay olduğunu da sıkıştırdı. Hep gülen, hayat dolu, neşeli bir insan. Benim gibi çekingen değil.

Sıram gelince Mavi Oda’ya girdim. Sanırım hayatımda ilk kez duvarları ve tavanı resimlerle boyalı bir oda gördüm. Mavi tonlarda kocaman bir salon. Bir masa başında hocalar oturuyor. Okula giriş puanıma baktılar: 460. Oysa o yıl 310 puanla girilebiliyor hukuka. Neden bu kadar yüksek puanla buraya girdin dediler, idealimdi dedim. Oysa ne yaptığımı bilmiyordum. Verdiler bursu. Serpil de aldı. Elimiz bol artık, gezip tozabiliriz.

Bu yazıyı yazarken baktım. 15 metre genişlik, 12 metre boy ve 5 metre tavan yüksekliği olan 144 kişilik bir toplantı salonu olarak tanıtılıyor Mavi Oda.

TATKO’ya da baktım. 1927’den 2004’e kadar Good Year lastiklerinin Türkiye temsilcisiymiş. Bu tarihten sonra başka lastik şirketlerinin de temsilcisi olmuş. Okulumuzdaki kimi hocalar bu şirketin hukuk işlerine para almadan bakıyorlar, karşılığında da şirket her yıl 40 öğrenciye karşılıksız burs veriyormuş.

Ne yaptığımı bilmiyordum, dedim ama aslında kafamda bir hayalim vardı.

İstanbul’a ilk 1970 yazında ortaokulu bitirdiğim yıl gelmiştim. 15 yaşındayım. Koca bir yaz boşa gitmesin diye, Tuncay ağabeyimin yönlendirmesiyle Sinematek’e üye oldum. Sinematek, dernek olduğundan üye olabilmek için 18 yaşında olmalıyım. Bu yüzden okul kimlik kartı alırken doğum tarihimi büyük yazdım. Yapıca da iriydim, sorun olmadı. Sinematek o yıl, Beyoğlu Mis Sokak’ta bir apartman dairesinde. Truffaut filmleri toplu gösterisiyle başladı ilk gösteriler. Peş peşe 400 Darbe, Jules ve Jim ve Yumuşak Ten’i izledim. Sonra da başka filmler… Her yaz sürdü bu sinematek serüvenim. Sinema yönetmeni olmak isteği uyandı içimde. Üniversiteye başlarken hukuku yalnızca devam zorunluluğu yok, rahatça sinemaya zaman ayırırım diye seçmiştim.

1974 Baharı çok güzeldi. Okulun bahçesinde erguvanlar açtı. Harbiye Yapı ve Endüstri Merkezi salonunda İstanbul Film Arşivi film gösterileri düzenliyordu. Beyazıt’tan bindiğimiz Leyland marka İETT otobüslerinin arka sahanlığında birbirimizin üstüne yıkıla yıkıla Harbiye’ye geliyorduk. Fellini toplu gösterisi vardı. Roma filminden çıktığımızda iki saat boyunca dondurma yemiş gibi sakız ve süt tadı vardı ağızlarımızda.

Medeni Hukuk hocamız Selahattin Sulhi Tekinay, renkli kişilikli bir insandı. Babası belli olmayan çocuklar konusunu mu anlatacak, Shakespeare’den ilgili bir bölüm okuyup başlardı derse.

Bir gün de bizlere Almanca öğrenmemizi öğütledi. Lisede İngilizce okumuştum. Serpil’le birlikte Goethe Enstitüsünün Alman Lisesi’ndeki kurslarına bir yıl devam ettik.

Serpil, hocası Leyla Özbay’la birlikte Sabahattin Eyuboğlu’nun Maçka Bronz Sokaktaki evinde sürdürülen pazartesi akşamları toplantılarına katılıyor, sonra da gelip, önde gelen aydınların konuştuğu, tartıştığı konuları anlatıyordu.

Yaz geldiğinde Çekmece Gölü kıyısında Kanarya’da, bir aylığına bir ev tuttuk. Bir sandalla göle açılıyor, sonra kürekleri bırakıp Ceza hukuku çalışıyorduk.

Serpil’le inişli çıkışlı ama çok mutlu, bir yıl geçirdik. 1975’te öğrenci ölümleri başladı, hızla politikleşti her şey. 19 yaşındaki Serpil, “20 yaşıma geliyorum, daha hiçbir şey yapamadım hayatta” diyerek uzaklaştı benden. Politik mücadeleye yöneldi. Aksaray’daki TÖB-DER salonunda Haşmet Zeybek’in son derece didaktik bir oyununda başrolde izledim onu. Yeni çizgisinde biriyle tanışıp evlendi, hemen de bir çocuğu oldu.

Oysa kolay unutulabilecek bir zaman dilimi değildi, geçirdiğimiz bir yıl. İkimiz de uzun zaman unutamadık zaten… Bu savruluş beni temelli olarak şiire itti. Düzenli yazıyordum artık.

Aynı günlerde Aksaray TÖB-DER’de hayatımın ilk şiir matinesini izledim. Ataol Behramoğlu ve İsmet Özel’i soluğum kesilerek dinledim ama Şükran Kurdakul farklı bir tavırla sahnedeydi. Ötekilerin tersine bu güleryüzlü, içten insan kendi şiirlerinden birini okuduktan sonra 40 Kuşağı şairlerinden olan arkadaşları A. Kadir ve Rıfat Ilgaz’dan da birer şiir okudu.

Turgay Fişekçi

Devam Edecek

Yorum ya da sorularınız için: bilgi@bilgipesinde.com