Şiirde İlk Yıllarım (2)

O günlerde Atay, sekiz milimetrelik bir kamera eline geçirmişti. İlk filmimizi çekmeye karar verdik. İkimizin de çok sevdiği Sait Faik’in “Kriz” adlı öyküsünü çekecektik. Yirmi dakikalık bir kısa film olacaktı. Öyküdeki çocuğu da ben oynayacaktım. Senaryo üzerinde, her sahne, her plan üzerinde uzun uzun tartıştık; sonunda elimizde çekime hazır bir senaryo oldu. Nereden aklımıza geldiyse çekimlere başlamadan bu senaryoyu Onat Kutlar’a bir gösterelim diye düşündük.

ŞİİRDE İLK YILLARIM (2)

O günlerde Atay, sekiz milimetrelik bir kamera eline geçirmişti. İlk filmimizi çekmeye karar verdik. İkimizin de çok sevdiği Sait Faik’in “Kriz” adlı öyküsünü çekecektik. Yirmi dakikalık bir kısa film olacaktı. Öyküdeki çocuğu da ben oynayacaktım. Senaryo üzerinde, her sahne, her plan üzerinde uzun uzun tartıştık; sonunda elimizde çekime hazır bir senaryo oldu. Nereden aklımıza geldiyse çekimlere başlamadan bu senaryoyu Onat Kutlar’a bir gösterelim diye düşündük. Sinematek’in Sıraselviler’de bir apartmanın giriş katındaki bürosuna gidip Onat Kutlar’a durumu anlatıp senaryoyu verdik. İsteği üzerine birkaç gün sonra yeniden gittik. “İlk filmini çekecek biri için zor bir senaryo; siz bunun altından kalkamazsınız,” dedi. Öylesine içten, sıcak kanlı, sözüne güvenilir bir insandı ki, onu dinleyip tasarımızdan vazgeçtik. Film için aldığımız negatiflerle 1 Mayıs 1976’nın belgeselini çektik.

Bu ilişkinin somut bir sonucu da Atay’ın Onat Kutlar’la birlikte çalışmaya başlaması oldu. Sonra Atay evlendiğinde Çubuklu’da Boğaz kıyısındaki bir apartmanda Onat Kutlar’ın komşusu oldu. Yazları evlerinin önünden birlikte denize girdik.

Okulda tanıştığım iki insanın hayatımda büyük rolleri oldu: Metin Gümrükçü ve Hüseyin Erdem. İkisi de Beyoğlu Atatürk Lisesinde Vedat Günyol’un öğrencileri olmuşlar, sonra da tükenmez bir sevdayla bağlanmışlardı bu muhteşem insana. Vedat Günyol, o sıralar hâlâ, aylık “Yeni Ufuklar” dergisini çıkarıyordu. Cağaloğlu’ndaki dergi bürosuna gidip gelmeye başladık. Şimdi bakıyorum da Vedat Günyol, o sırada altmış üç yaşındaymış ama doksanına geldiğinde bile hep akranım gibi göründü gözüme. Her sözünde küçük şakalar olurdu. Çay getiren çaycı, kaç şeker atıyorsun abi mi dedi, o, üç buçuk atıyorum deyip elini göğsüne bastırırdı.

Metin de, Hüseyin de, inanılmaz kültürlü, çok okuyan insanlardı. Onların okuma deneylerinden yararlanıyor, güzel kitapları kolayca keşfedebiliyordum.

Henüz on dokuz yaşındaydım. Bir gün Hüseyin’e yazdığım birkaç şiiri gösterdim. “Çok güzel bunlar” dedi, “bak Ataol Behramoğlu’nun Bir Gün Mutlaka kitabında on tane şiir var. Sen de böyle on şiir yaz, ben senin kitabını bastırtırım.”

Sanırım o gün artık şair olacağıma karar vermiştim. Kimi günler Hukuk Fakültesinin, büyük, loş ışıklı kütüphanesinde ama çoğunlukla Yeşilyurt ve Yeşilköy’ün sokaklarında dolaşırken esin geliyor, yeni şiirler yazıyordum. (En büyük ağabeyim hava subayıydı, Yeşilyurt’ta lojmanda kalıyordu. Ben de onların yanında kalıyordum.)

1976’da Hüseyin’in çağrısıyla Aksaray’da bir apartmanın üçüncü katındaki İlerici Gençler Derneği’ne gittim. Derneğin başında Hüseyin’in olduğu bir sanat bürosu vardı. Onunla daha yakın olabilmek için derneğe üye olup sanat bürosunda çalışmaya başladım. Büroya bir süre sonra şiirleri dergilerde çıkan iki şair geldi: Barış Pirhasan ve Erdal Alova. Hemen arkadaş olduk.

Sanat bürosunda ilk iş olarak bir sokak tiyatrosu kurduk. Hüseyin, 1968-1970 arası Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’nda oynamıştı. Bu işi biliyordu. Şiirlerden, türkülerden, güncel olaylardan bir kolajla “Ellerinize ve Yalana Dair” adlı oyunu hazırladık. DİSK öncülüğünde ülkede yaygın grev eylemleri var. Biz de haftada bir iki bir grev yerine gidip oynuyoruz. Oyun büyük ilgi görüyor. Biz de coştukça coşuyoruz.

Yağmurlu bir günde Gislavet Fabrikası önünde oynuyoruz. Yerlerde su birkintileri… Oyunun bir sahnesinde de vurulup yere düşmem gerekiyor. Oyundan önce yere düşmek yerine çömelip kalmayı kararlaştırdık ama oyun o denli coşku uyandırmıştı ki izleyenlerde, sahne geldiğinde kendimi boylu boyunca su birikintisinin içine atıverdim. İzleyen işçilerden yerlerinden fırlayanlar oldu, altına hasır serelim falan diye bağrıştılar ama hiç kıpırdamadan kaldım suyun içinde. Oyun sürdü gitti.

Arada Şehir Tiyatroları, Kenter Tiyatrosu gibi salonlarda da kalabalıklara oynadık.

Bir gün grevde olan bir fabrikanın dış kapısında grev çadırının önünde oynuyoruz. İşveren de içerde fabrikadaymış ve polis çağırmış. Oyun sırasında polis gelip çevremizi kuşattı. Oyunun bitmesini beklediler. Sonra da bizi bir otobüse doldurdular. Gayrettepe’deki Emniyet Müdürlüğüne götürülmek üzere yola çıktık. Otobüste, toplulukta en çok sevdiğim arkadaşım Şafak’la yan yana oturuyoruz. Bana cebinden küçük bir kâğıt çıkarıp okuttu: Kısa bir şiir vardı kâğıtta. Erdal’ınmış. Orada Şafak’ın Erdal’a âşık olduğunu anladım.

O günlerin insan ilişkilerindeki içtenliğini bir daha hayatım boyunca tatmadım. Yirmi yaşında bir “şair” olduğumdan kendi başıma yaşamak, türlü serüvenlere dalmak istiyordum. Şafak, ailesiyle Suadiye, Kavisli Sokak’ta oturuyordu. Sokağın adının güzelliği bile hayranlık uyandırıyordu bende. Yine tiyatrodan arkadaşım Timur Daniş de Suadiye’deydi. Gidip geldikçe sevmiştim buraları. Timur’la banliyö trenlerinin gelip geçtiği demiryolu boyunca yürüyorduk. Sonra da Alman annesinin yaptığı yemeklere dalıyorduk. Şafak, çevre köşklerin müştemilatlarının zaman zaman kiraya verildiğini söylüyordu. Bir gün, Suadiye’den Kadıköy’e dek köşk bahçeleri arasında dolaşa dolaşa yürüdük.

İki yıl içinde yüz elli kadar oyun oynadık. “Işığı taşıyanlar” adlı yeni bir oyun da hazırladık ama ilki kadar başarılı olmadı.

Günlerden birinde Beyoğlu sinemalarından birinde bir filmin galasından sonra bir arkadaş grubuyla yürüyerek önce Taksim’e çıktık, sonra da aramızdan birinin Elmadağ’daki tarihi apartmandaki evine gittik. Aramızda Ataol ve sevgilisi Semra da vardı. Ataol’un bence en güzel kitabı, Ne Yağmur Ne Şiirler yeni yayımlanmıştı. Ataol’la birlikte yolda yürümek, galiba o günlerde beni en çok mutlu eden olaydı. Semra’nın o gece söylediği, “Bugün Ataol’dan başka şiir yazan mı var” sözündeki çocuksu tatlılığı da hiç unutmadım.

Şafak’la Erdal, 12 Mayıs 1977 günü evlendiler. Gecesinde küçük bir arkadaş grubuyla Çengelköy’de deniz kıyısında bir lokantada kutlama yaptık. Şiirler okundu, türküler söylendi geç vakte kadar. Son yudumlarımızdan sonra bardaklarımızı denize attık, o camlar su olana kadar mutluluklarının sürmesini dileyerek.

Gece yarısından sonra Üsküdar’a doğru yürürken Beylerbeyi tünelinden avazımız çıktığınca Enternasyonal’i söyleyerek geçtik.

Sonradan Ataol bir şiir yazdı, o geceyi anlatan, “Boğaza Balkon Gibi Uzanan Bir Lokantada” başlıklı.

Bir edebiyat ürününün içinde hissetmek kendimi mutluluk duygusu yaymıştı içime o günlerde.

Erdal’la Şafak, Kuzguncuk Paşalimanı’nda, Fethi Paşa korusu içindeki ahşap bir köşkün alt katında oturuyorlardı. Evleri, Eminönü’nden bile çıplak gözle görülebiliyordu. O yaz pek çok gün o evin geniş verandasında Boğaza bakarak güneşi batırıp geç saatlere dek oturduk.

Erdal, Politika gazetesinin kültür sayfasını hazırlıyordu. Bir gün gazeteye uğradığımda, Ahmet Say’ın kendisini ziyarete geldiğini, Ankara’da Türkiye Yazıları adlı yeni bir dergi çıkaracaklarını, bizim arkadaş grubumuzdan da şiir beklediğini söyledi. Böylece “Dayanılmayan” adlı ilk şiirim Türkiye Yazıları dergisinin Kasım 1977 tarihli üçüncü sayısında yayımlandı.

Turgay Fişekçi

Devam Edecek

Yorum ya da sorularınız için: bilgi@bilgipesinde.com