Erzurum'dan Trabzon'a Doğru

Kaldığımız otel Palandöken'in yamaçlarına kurulmuş aslında daha çok kış sporları için kullanılan bir oteldi. Erzurum'un görkemli eserlere sahip tarihi merkezinden uzak olmasına rağmen özellikle ilkbahar ve yaz aylarında şehir gürültüsünden uzaklığı ve serin iklimi nedeniyle turist gruplarının tercih ettiği bir yerdir Palandöken.

Erzurum'dan Trabzon'a Doğru…

Kaldığımız otel Palandöken'in yamaçlarına kurulmuş aslında daha çok kış sporları için kullanılan bir oteldi. Erzurum'un görkemli eserlere sahip tarihi merkezinden uzak olmasına rağmen özellikle ilkbahar ve yaz aylarında şehir gürültüsünden uzaklığı ve serin iklimi nedeniyle turist gruplarının tercih ettiği bir yerdir Palandöken. Ayrıca, mayıs ayında yolunuz düşmüşse buraya, dağın eteklerinde biraz dolaşınca, endemik bir tür olan Palandökenensiz çiçeğine bile rastlayabilirsiniz. Gezdirdiğim turist kafilesine bu eşsiz çiçeği gösterme fırsatı bulabilmiştim o turda.

Otelden ayrıldığımızda henüz gün ağarmaya başlamamıştı; evlerde sabah erkenden işe gitmek üzere kalkanların yaktığı ışıklar ve sokak ışıkları ancak biz şehri terk etmek üzereyken sönüyordu. Uzun süredir doğuda yolculuk yaptığımızdan herkeste bir yeşile hasret başlamıştı; oy birliğiyle sabah erkenden yola çıkma kararı alındı.

İran'ı Karadeniz'i bağlayan tarihi İpek Yolu üzerinde yaptığımız yolculukta kuzeye doğru gittikçe iklimin de değiştiğine şahit olmuştum. Doğu Karadeniz Dağları denize paralel uzanmasıyla denizden gelen ılık havanın Anadolu'nun içlerine geçmesine izin vermeyerek yağmuru dolayısıyla yeşili kıskançlıkla kendine saklayıp bozkırı Anadolu'nun doğusuna layık gördüğü kesin. Şu sarp geçitleri aştığımızda bizi çok daha sıcak havanın beklediğini biliyorum.

Yolda, 2400 metre rakımlı Kop Geçidi’ni aştıktan sonra Bayburt ve Gümüşhane'de kısa molalar verip Doğu Karadeniz Dağları’nı aşmak üzere Zigana Geçidi’ne doğru yollandık. Kış ayları boyunca bu yol sık sık kardan trafiğe kapanabiliyor. Sık sık çığ düştüğünü de yine haberlerde duyabiliyoruz. Bu amansız dağ yolları, her şeye rağmen, vahşi görünümüyle benzersiz bir görsel şölen. Herkes cam kenarına ya da otobüsün önüne doğru gelerek bu harika manzarayı fotoğraflamaya çalışıyordu.

2023 metredeki Zigana Geçidi’ne vardığımızda civarda bir kaç kulübenin olduğu bir yerde fotoğraf molası için durduk. Bir anda etrafta, o rakımdaki soğuğa aldırmadan üzerilerinde sadece ince bir hırka olan, kıpkırmızı yanaklı küçük kız çocukları beliriverdi. Neşeyle sağa sola koşuşturarak "Hellolar gelmiş, Hellolar gelmiş" diye bağrışıyorlardı. Anladım ki, orada fotoğraf çekmek isteyen turist kafileleri araçtan inince çocuklara ilk söz olarak Hello deyince bu çocuklar da bu insanları Hellolar ülkesinden gelen insanlar olarak kabullenmiş ve her gördükleri turiste Hello adını takıvermişler. "Hellolar" bu çocukların sevimliliği karşısında yanlarında ne kadar kalem ne kadar şekerleme varsa bırakınca tekrar yola koyuluyoruz.

Rotamızda Hamsiköy var. Dağ yolundan kıvrıla kıvrıla inişe geçiyoruz. Türkiye'nin en güzel sütlacını yiyebileceğiniz Hamsiköy'ün Osmanlı dönemindeki adı beş köy anlamına gelen Hamseköy. Gerçekten de beş mahalleden oluşmuş. 1200 rakımlı bu köy, İpek Yolu'nun, Çin, Hindistan'dan Avrupa'ya giden kuzey güzergâhı üzerinde, Zigana geçilmeden önce, kervanların konaklamasına uygun son yeri olduğu için yüzlerce yıl önce kurulmuş. 1923'e kadar sadece Pontuslu Hristiyanların yaşadığı bu köy mübadele döneminde boşaltılmış ve yerine Türkler yerleştirilmiş.

SÜMELA

Hamsiköy'den, son ziyaret yerimiz olan Sümela'ya doğru yola koyuluyoruz. Yaklaştıkça derin bir yeşilliğin içine dalmışız gibi oluyor, ayrıntılar kaybolmaya başlıyor. Kafamızı yukarı kaldırıp baktığımızda kalın bir sis bulutundan başka bir şey göremiyoruz. Sis, gelin duvağı gibi yüzünü gizliyor Sümela'nın. Sabırla bekliyoruz. Sümela yavaş yavaş kendini göstermeye başlıyor ve sonunda bulutlar tamamen dağılınca insan iradesinin, insanın yapabilme yetisinin sınırsızlığını gösterircesine tüm görkemiyle karşımıza çıkıyor bu olağanüstü yapı.

Sümela'ya ulaşmak için yürüyüşe başlayınca önce küçük bir dereyi aşıyoruz. Akan suyun sesi, yaprakların hışırtısı ve kuş seslerinin yarattığı senfoni eşliğinde tırmanmaya başlıyoruz. Aslında oldukça yorucu bir tırmanış bu; araçları bıraktığımız yerden üçyüz metre kadar tırmanmamız gerekiyor. Üstelik denizden bin metre kadar yüksekte oluşumuz tırmanışı daha da zorlu kılıyor. Ancak bu dağı tırmanan gencinde yaşlısında yorgunluktan eser yok; herkes bir an evvel manastıra ulaşmaya çalışıyor. Manastıra vardığınızda gerçekten bu yorucu yolculuğa değdi dedirtecek bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Bir yanda tarih bir yanda yemyeşil Altındere Vadisi görsel bir şölen yaratıyor.

MAĞARA KİLİSENİN YAPILIŞ ÖYKÜSÜ:

Sümela'nın mimarisi ve içinde bulunduğu doğası kadar tarihi ve efsaneleri de gerçekten ilgi çekici. Daha sonraları ilave yapılarla değişecek olsa da, ilk olarak Bizans İmparatoru I. Theodosius (375-395) tarafından 386 yılında yapıldığını biliyoruz. Ortodoks Hristiyan inanışına göre manastırın o sarp yamacın fasadına yapılmasının kökeni İncil yazarı Luka'ya kadar gider: Aziz Luka'nın çizdiği Meryem Ana ikonu vardır ve o ikonu sürekli yanında taşır. 84 yaşında çarmıha gerildikten sonra yoldaşı Ananias bu ikona sahip çıkar. Mucizeleri olduğu inanılan bu ikon kuşaktan kuşağa elden ele dolaşır. 4. yüzyılda Atina'da bir kilisede iken melekler tarafından alınıp Mela Dağı’nda bir mağaraya bırakılır.

Bu arada Sümela'nın Pontus Rum lehçesine göre Ssou Mela olduğunu ve Karadağ anlamına geldiğini belirtelim. Atinalı iki keşiş Barnabas ile Sophronios, Aziz Luka'nın yaptığı Panagia (Kutsalların kutsalı) Meryem Ana ikonunu ve bulunduğu yeri, birbirlerinden habersiz rüyalarında görürler.

Barnabas ile Sophronios rüyalarının yerini bulmak üzere aynı tarihte Trabzon'a gelirler. Tesadüfen karşılaşırlar ve gördükleri rüyayı, birbirlerine anlatırlar. Birlikte ikonu aramaya başlarlar ve Karadağ'ın (Sümela'nın) 300 metre yüksekliğinde bir mağarada bulurlar ve ilk kilisenin temelleri burada atılır.

Sümela, 6. yy.'da Bizans İmparatoru Jüstinyen'in emriyle General Belizaryus tarafından onarılır. Bugünkü halini ise Trabzon İmparatorluğu döneminde imparator III. Aleksios tarafından1349 yılında 17 metre yüksekliğinde, 40 metre uzunluğunda ve 14 metre genişliğinde, 72 odalı bir manastır kompleksi haline getirilmiştir. Bir fırtınada Meryem Ana tarafından kurtarıldığına inanan İmparator III. Aleksios, Meryem Ana'ya ithaf edilmiş bu manastırı vergiden muaf tutup sürekli gelir elde edebilmesi için vakıflar bağışlamıştır.

Sümela, 1461 yılında Trabzon'un Osmanlılar tarafından fethinden sonra da Fatih Sultan Mehmet'in fermanıyla özel bir statüde kalmaya devam etmiştir. 1682 yılında manastırın bünyesinde Phrontisterion Koleji kurulmuştur. Özellikle din adamları yetiştirmek ve Pontus lehçesinin korunmasını sağlamak üzere kurulmuş olan bu okul 1902'ye kadar varlığını Sümela içinde sürdürür. 1902 yılında Trabzon'un içinde görkemli bir binaya taşınır ve 1921'e kadar eğitime devam eder. Daha sonra bu okul Kanuni Anadolu Lisesi olacaktır.

Sümela Manastırı’nın tüm freskleri 1749'da ya yeniden yapılır ya da eskileri onarılır. 1839 ve 1856 yıllarında Yunanistanlı zenginler tarafından tekrar bakım ve onarımdan geçirilen Manastır 1916-1918 Rus işgali yıllarında ise bağımsızlık mücadelesi vermek isteyen Rum milislerin karargâhı olur. Kurtuluş Savaşı sonrasında ne yazık ki sahipsiz kalan manastır yabancı gezginlerin talanına uğrar ve çok sayıda ikon duvardan kesilerek götürülür. Kimsenin görmediği Aziz Luka tarafından yapıldığı söylenen ikon ise rivayete göre mübadelede yanlarına hiçbir şey almadan manastırı terk etmek zorunda bırakılan keşişlerden biri 1930'larda geri gelip ikonu sakladığı yerden alır ve Yunanistan'a götürür.

Ayrıca Ayasofya Müzesi başta olmak üzere yerli yabancı birçok müzede buradan giden çok sayıda tarihi eser vardır. Bugün metruk bir görünümde olan manastırda oldukça geniş bir alana yayılmış olarak duran; Ana kaya kilisesi, mutfak,birkaç şapel, öğrenci odaları, misafirhane, kütüphane ve bir ayazma vardır. Manastırın girişinde yamaca yaslanmış olarak duran bir de su kemeri vardır.

Uzun bir süredir bu yıkık haliyle bile müze olarak ziyaretçilerin akınına uğramış olan manastır günümüzde, restorasyon için bir yıla yakın süredir kapalıdır.

TURUN SONU

Manastırı gezip tekrar aşağıya park alanına indiğimizde hepimiz yorulmuştuk. Ağaçlar altında ve akan derenin yanındaki çay bahçesinde yorgunluğumuzu çay ve kahve içerek attık. Üç hafta süren uzun Anadolu gezimizin son gecesini geçirmek üzere Trabzon'a doğru yola çıktık. Ertesi gün de Trabzon'un tarihi yerlerini gezip Trabzon Havaalanı’nda herkesle bir başka turda görüşmek üzere diye vedalaştık...

 

 

Yorum ya da sorularınız için: bilgi@bilgipesinde.com