Nüfus Memuru
Nüfus Memuru / Bilgi Peşinde / Vilayet nüfus müdürlüğünün, çok büyük kalemindeki uğultu, doğal bir gürültüymüş gibi, sabahtan beri devam ediyordu. Her mesai günü ve saatinin alışkanlığıyla... Çalışanları ve işi için gelen vatandaşları fazla da rahatsız etmeden… Bu ses armonisi, olmasa, sanki bir şeyler eksik kalacakmış gibi resmi daire olgusunu tamamlıyordu.
Nüfus Memuru
Vilayet nüfus müdürlüğünün, çok büyük kalemindeki uğultu, doğal bir gürültüymüş gibi, sabahtan beri devam ediyordu. Her mesai günü ve saatinin alışkanlığıyla... Çalışanları ve işi için gelen vatandaşları fazla da rahatsız etmeden… Bu ses armonisi, olmasa, sanki bir şeyler eksik kalacakmış gibi resmi daire olgusunu tamamlıyordu.
Kalemin en dip bölümünde, kuytudaki masasının neredeyse tamamını kaplamış, kalın, kara kumaş kaplı nüfus kütük defterine abanmış bir şeyler yazan, yaşlı nüfus memuru kimsenin dikkatini çekmiyordu. O da, dairede olanların ayırdında değildi. Sanki bir başka boyuta geçmiş, nerede olduğunu unutmuş gibiydi. Bu memurun görevi, müdürlüğe gelen ölüm ilmühaberlerini kayıtlara geçirmekti. Yıllardır bu işi yapıyordu. İşini yaparken aklından geçen düşünceler farklıydı:
"Tanrım!.. Benim kaç çocuğum var?.. Niçin bütün bunların acısını yüreğime yüklüyorsun, her gün, her gün... Ölümlerinin sebebi benmişim gibi, gözümün, beynimin içine, içine sokuyorsun"
İlmühaberlerin tamamını bir araya toplayıp, öncelikle, bir ayırım yapar; Bebek, çocuk ve genç olanlar ile yaşlılarınkiler…
Yaşlıların ölümlerini, çok fazla da etkilenmeden, doğanın kuralı olarak kabul edip kütüklerine kaydeder, kayıtlarını kapatır, defterlerini dürerdi. O’na göre, bu kişiler sanki bir varmış bir yokmuş, olurlardı.
Sonra sıra diğerlerine gelir: Bebek, çocuk ve gençlere...
Bebekler; Bunların ölümlerine üzülsün mü yoksa sevinsin mi, bilemez, fazla uzatmadan, acı dünyadan çekip gitmişler, diye düşünürdü… Bu belki, bir avuntusu idi; Onlar henüz yaşamın tadını ve acısını tatmamışlardır. Bu günahsızlar cennetin baş köşesinde oturacaklardı. Ana babalarının doğum telaşları bile geçmeden, neler olduğunu anlamadan, alıp başlarını gidivermişlerdi. Bir/iki günlük olanlardan belki bir kaç aylık olanlara kadar. Sanki, hayat, tüm belaları, günahları ve acıları onların pamuk omuzlarından almış ve dünyadan koparıp, öte dünyaya uçurmuştu, "Sizleri acılardan ve belâlardan azat ediyorum" diyerek.
Bazı bebeklerin doğum ile ölüm kayıtları ayni anda gelir. Önce doğum kayıtlarını düşer kütüklerine, sonra ölümlerini... Bunlar, hayat sahnesinde, bir anlık, flâş çakmış gibi, görünüp, kayboluverirler. Melek olurlar...
Asıl olay ondan sonra başlar:
Hiç görmek ve ölüm kayıtlarını işlemek istemediği, elinden gelmediği, acı olanlara sıra gelir; Çocuk ve gençlere. Günah kendisindeymiş, ölümlerini kütüklerine kaydetmese ölmeyecekler, hayatları devam edeceklermiş, duygusunu bir türlü kafasından atamaz.
Kimi zaman aklından bir mizansen geçer:
"Bu çocuk ve gençlerden birinin ölüm kaydını hanesine yazmasam ve onun anası veya babası buraya gelip kayıtlara bakmak istese… Ve de, o kütük sahifesini açıp, çocuklarının ölüm kaydının olmadığını onlara gösteriversem ve desem ki, 'bakın sizin çocuğunuz ölmedi, yaşıyor, ben ölüm kaydını yazmadan da ölmez, merak etmeyin, o benim korumam altındadır...’ Acaba ne olur"
İşte tam da böyle söylese gelen anne ve babaya. Bir an, çok küçük bir an, anne ve babanın gönlünde birazcık da olsa bir ferahlık yaratabilir mi? Bunu, sık sık, aklına getirir.
Bu grup içindeki ilmühaberlerin en üsteki alır. Doğum tarihine, ismine ve cinsiyetine bakmadan, önce kütük numarasına bakar ve gider, mahzendeki duvarlar boyunca birer heyulâ gibi sıralanmış rafların birinden o numaralı kütüğü çekip alır, çok ağır bir hayat acısı gibi getirip masasının üzerine, yük gibi, bırakır ve sayfa numarasına göre, kocaman, eski iki kanat hanay kapısı gibi açarak kütük defterinin kapaklarını masasına yatırır…
O sahifedeki isimlerin en başındakinden başlayarak, ilmühaber kaydında yazılı sıra numarasını buluncaya kadar sağ elinin baş parmağını aşağı doğru indirmeye başlar. Acele etmez. Yavaşça... O’nu biraz daha hayatta tutabilecekmiş gibi...
Pek yavaş da olsa, parmağı, aradığı numaraya gelir ve orada kalır. Buna hakkı yoktur; parmağını daha aşağı yürütemez. Parmağını, şimdi, sağa doğru kaydırmalıdır. Böyle yapmalıdır ki her şey ayan beyan ortaya çıksın. İsim, soy isim ve ana baba ismi ile doğum tarihi. Bu tarih ne kadar erken ise acısı o kadar büyük olur yüreğinde.
Ama bu tarih son durak değildir. Buraya kadar olanlar, daha önceleri kaydedilmiştir. Onun işi bundan sonradır. Biraz daha ilerlemesi lâzımdır. Görevini tamamlaması için bu gereklidir. Çok zor da olsa parmağını biraz daha sağa doğru ilerlettiğinde gözlerinin önüne ölüm hanesi gelir. Burada tarih yoktur. Sadece, bir boşluk sonra taksim işareti bir boşluk ve bir taksim işareti daha... Boşluklara günü, ayı ve yılı yazacak olan kendisidir. İş burada bitecektir. Bundan öncekiler hep hayat ile ilgilidir. Kaydını yaptığı çocuk veya genç için, son noktaya gelinmiştir: Artık, hüküm şerhinin verileceği ana pek az kalmıştır. Tüm şartlar gerçekleşmiş ve sona gelinmiştir. Onca uğraşı; umut ve umutsuzluklar, beklentiler, acılar ve mutluluklar, kavgalar, sevgiler, sevişmeler, hayata dair neler varsa her şey, her şey O’nun için bitmiştir. Aklına gelenlerin tamamı, yaşayanlar; hayattakiler içindir..
Ölüm belgesindeki tarihi kontrol eder, gününü, ayını ve yılını, özenle boşluklara yazar; Mezar taşına yazar gibi...
...ve ölüm kararını verip infaz eder gibi.
Ayni anda dudakları kıpır kıpır kıpırdanmaya başlar ve sağ elinin işaret ve baş parmağını birleştirip, çocuğun ismi üzerinden nazikçe, bir kaç kez geçirir, onu sıvazlar; siyahlar gibi. Okşar, sever. Ölen çocuk için, genç için dualar okur, cenaze ayinini tamamlar...
Göz yaşlarını içine akıtır.
Her bir çocuğun ve gencin kaydını, tek tek böylece kapatır. Hepsi için acıların en derinini duyumsayarak ve dualar ederek.
Nüfus memuru, ne büyük acılar içinde olduğunu kimseye anlatmaz. Sözünü bile etmez. Bunu aklına bile getirmez. Ya, anlatacakları şikâyet gibi algılanıp görevden alınırsa... Bunu hiç istemez. Ölen çocuk ve gençlere bu haksızlığı yapamaz. Onları son anlarında yalnız bırakamaz.
Severek, dualar ile dünyadan uğurlamak varken, istatiksel bir bilgi gibi, bir başka memur tarafından kayıtların kapatılabileceği olasılığı, acıların ey büyüğüdür onun için. Bu çocukların ve gençlerin hayatlarının sona ermiş olması, sıradan bir olay olabilir mi...
Nüfus memuru, bir gün, yine kendi aleminde, masasında, ayni duygular ve eylemlerle kayıtları kütüklerine düşerken, titremeye başladı, biraz direndi ama daha fazlasına gücü yetmedi, tükendi ve başı yazdığı nüfus kütüğünün üzerine düştü.
Durum, çok sonra fark edildi. Günün olağan akışı içinde, herkes kendi havasındayken.
Aksi olamazdı ki... Bütün gün orada çalıştığı varsayılır, onunla konuşmak, takılmak diğer çalışanların aklına bile gelmezdi. Hiç sesi çıkmazdı. Kendi halinde. Belki, ara sıra, iç geçirme sesleri hariç...
Ölümü de öyle oldu. Hiç dikkat çekmeden ve yıllar evvel, kendisini terk ederken, eşinin birlikte götürdüğü ve bir daha hiç görmediği oğlunun ölüm ilmühaberini gelen belgelerin içinde fark ettiğinde…
CENKHAN SANDIKCIOĞLU
Yorum ya da sorularınız için: bilgi@bilgipesinde.com