Hurmacıların Kaderi
Bigadiç'in bir köyüne öğretmen olarak tayin olan ablası ile birlikte Bigadiç'e gelip Bigadiç Ortaokulunda üç yıl geçiren Mehmet Ünver'i Bigadiç'te gördüğü bir olay çok şaşırtmıştı. Buradaki insanlar da tıpkı İstanbul'dakiler gibi çok şaşırtıcı davranıyorlardı. Ayrıntılar "Hurmacılar'ın kaderi" adlı anımızda... Sevgiler Eyüp Rıza Güzey Bilgi Peşinde...
HURMACILARIN KADERİ
Ortaokul yıllarımızda her sonbahar seyyar tezgâhına doldurduğu ağız sulandırıcı hurmalarla okulumuzun kapısına gelen bir hurmacı vardı. Hani şu kasım ayı başlarından itibaren albenili görüntüleriyle sonlarına yetiştiğimiz İstanbul bostanlarının cazibe unsuru olan turuncu renkli meyve. Muhitimizin bostanı, mezarlıktaki servi ağaçlarının oluşturduğu koyu yeşil fonu arkasına aldığı için dallardaki göz alıcı hurmalar yağlı boya bir tabloya canlılık katan tezat renk unsuru gibi uzaktan bakanların bile dikkatini çekerdi. O iştah açıcı meyveleri seyyar tezgâhına doldurup satmak için okulun kapısına kadar getiren adamın aklından hep şüphe ederdim. Çünkü paydos zili çaldığında arı kovanından çıkar gibi ana kapıdan fırlayan yüzlerce öğrenci ilk iş olarak tezgâhına hücum eder ve çılgınca bir yağma başlardı. Akın akın gelen saldırılar sonucu itinayla dizilmiş yüzlerce hurma kapanın elinde kalır, buna karşılık sadece birkaç öğrenci aldığının parasını öderdi. Geri kalanıysa yağma ganimeti olarak kız erkek ayırmadan öğrencilerin kazanç hanesine yazılırdı.
Hurmacının yağmadan korumak için tezgâhtaki mallarının üstüne kapanışını, “yapmayın, etmeyin” diye yalvarışını, buna karşın kaçınılmaz sondan kurtulamayışını dün gibi anımsıyorum. Hemen her gün aynı olay tekrarlanırdı. Paydos ziliyle birlikte yangından kaçar gibi okuldan fırlayan öğrencilerin en büyük keyfiydi o hurmaları yağmalamak. Tezgâhtan uçup giden yüze yakın hurmaya karşılık avucuna bırakılan birkaç kuruş paraya yaşlı gözlerle bakan hurmacıysa bütün bu olanlardan sonra ne yapardı biliyor musunuz? İnanmayacaksınız ama ertesi gün yine seyyar arabasını hurmalarla doldurup okulun kapısına gelir, öğrenciler yine akın akın saldırır, üç beş namuslu dışında kimse tezgâhtan kapıp götürdüğünün parasını ödemezdi. Adama acımamıza karşın her gün aynı hataya düşmesini şaşkınlıkla karşılardık.
O sonbahar hep geldi hurmacı ve hep yağmalandı. Bizse, annemizin okuyabilmemiz uğruna çektiği çileleri unutmuş, yaşadığımız her günün keyfini dolu dolu çıkartmak uğruna derslere boş vermiştik. O amaçla gün geldi okuldan kaçtık, gün geldi paydostan sonra arkadaşlarımızla sokaklarda, sahil boylarında sürtüp evin yolunu ancak gece yarısı bulabildik. Sonuç: İlk yarı karnelerimizde kardeşimin sekiz, benimse altı zayıfım vardı. İkinci yarı aklımız başımıza gelip toparlandık. Annemize verdiğimiz sözün gereği olarak yıl sonunda diğer dersleri kurtardığımız halde matematikten bütünlemeye kaldık. Tüm yaz tatilimiz mahvolmuştu. Oysa arkadaşlarımızla gizlice Hayırsız Ada’ya gidip sonbahara kadar orada kamp kurmayı düşlemiştik.
Derken hiç beklenmedik bir gelişme yaşandı ve enstitüyü bitiren ablam taşrada bir köy okuluna öğretmen olarak atandı. Ailecek Anadolu’ya göç edecektik. Açıkça söylemek gerekirse, annemizin çalıştığı işten çıkıp bizimle köye gelecek oluşu uzun süredir içimizi kemiren vicdan azabının yüreğimizde yarattığı ağırlığı bir nebze olsun azaltıyordu. Artık üç kuruş kazanmak için sabahın körlerinde işe gitmek zorunda kalmayacak, bir dağ köyünde de olsa evinin kadını olacaktı. Bu da, hâlâ büyük bir sorumsuzlukla sürdürdüğümüz müsrifliğimiz karşısında vicdanımızı rahatlatacak bir bahane yaratmıştı. En azından artık canını dişine takıp el kapılarında çalışan bir annenin değil, hanım hanımcık evinde oturan bir annenin hayırsız, tembel evlatları olacağımız için vicdan konusunda fazla kaygılanmayacaktık. Yani bildiğimiz gibi yapmaya devam edecektik.
Sonuç olarak kentten köye göçümüz kaçınılmazdı. Bir sabah, çocukluğumuzu yaşadığımız evin kapısını çekip, yola düzüldük. İstanbul’dan ayrılışımız, gecenin bir yarısı indiğimiz el ayak çekilmiş ücra kasabada bulduğumuz at arabasıyla kilometrelerce uzaktaki köye gidişimiz, elektrik ve şebeke suyu olmayan o küçücük yerleşimde acaba içinden ışıl ışıl bir Boğaz vapuru çıkar mı diye geceler boyu boş bir umutla koyu karanlığa bakışımız belleğime kazınmış.
Asıl acı sürprizse, köyde ortaokul olmadığı için her gün sabah ezanından çok önce kalkıp en az iki saat uzaklıktaki kasabaya yürümek zorunda oluşumuzdu. Yolun uzunluğundan çok sabahın kör karanlığında ahalinin her gece cinler, şeytanlar ve daha akla hayale gelmez bin bir türlü ürkünç varlıkla karşılaştığını söylediği bir güzergâhtan geçmek zorunda oluşumuz bizi korkutuyordu. Köyün yosun tutmuş, gri taşlarla çevrili mezarlığı da aynı güzergâh üzerindeydi.
Evimize hoş geldiniz demek için uğrayan komşuların ağız birliği etmişçesine anlattıklarına göre; o mezarlarda geceleri ortalıkta dolaşan cinlere, şeytanlara çarpılıp feci şekilde ölen ya da intihar eden zavallılar yatıyorlardı.
Okula gitmek üzere insanı yutacakmış gibi görünen o karanlık patikada yürümeye başladığımız gün on iki yaşında bir çocuktum. Mezarların arasından geçerken korkudan patlayacakmış gibi gümbürdeyen yüreğimizin sesini duymamak için kardeşimle bağıra bağıra şarkılar söylüyorduk. Annemiz bizden önce kalkıp, onca yol yürüyeceksiniz, zafiyet geçirirsiniz diyerek kahvaltı yerine akşamdan pişirdiği salçalı etleri ısıtıp zorla yedirmişti. O günden başlayarak da her sabah ballı ekmekleri, yağlı manda peynirlerini ağzımıza tıkıştırmayı bir görev bildi.
Kış akşamları okulun paydos zili çaldığında civardaki evlerine doğru koşar adımlarla uzaklaşan kasabalı öğrencilerin ardından hasetle bakıp ne denli yalnız olduğumuzu bir kez daha anlardık. Onlar sıcacık evlerine vardıklarında biz çamurla kaplı karanlık patikada ilk adımlarımızı atıyor olurduk. Mezarlık civarındaki huzursuz ruhların ve şeytan kayaları civarındaki iblislerin bizi beklediğini bildiğimiz için kasabanın son ışığını ardımızda bırakıp karanlığa karıştığımız an yüreğimiz gümbürdemeye, kaderimize lanet etmeye başlardık. En çok da o an, İstanbul’da okula giderken bindiğimiz belediye otobüslerinin kalabalığından şikâyetçi olduğumuz aklımıza gelir, acı acı gülümserdik.
Ne gariptir ki, tıpkı İstanbul’da olduğu gibi bu küçücük köyde de satıcıların getirdiği hurmalar çılgın bir yağmaya kurban gidiyordu. Bunu ilk gördüğümüz gün şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacak hallere gelmiştik. Bu kez yağmacılar öğrenci değil, hepsi de çoluk çocuk sahibi olan köy kadınlarıydı. Katırlara yüklü küfelerdeki hurmaları gözleri dönmüşçesine yağmalamaya çalışmaları bize ister istemez, “Bu hurma ne bulunmaz bir meyveymiş böyle, kapanın elinde kalıyor” dedirtiyordu.
Erken davrananın kazandığı bir savaştı bu. Üstelik galip gelen, İstanbul’daki okulumuzun önünde yaşandığı gibi tezgâhtan bir iki tane aşırmak yerine hurma dolu küfeyi olduğu gibi sırtlanıp son hızla evine kaçırırdı. Bir seferinde komşu kadınlardan biri küfeler daha katırdan indirilmeden hayvancağızı yularından tutup, sırtındakilerle birlikte kendi ahırlarına kapatmıştı. İşte asıl savaş da böyle durumlarda kopardı. Meyvelerin başına üşüşen kadınlar gereksinimleri kadar almak yerine tamamını kaldırıp götürmek derdine düştüklerinden kimi zaman kavgaya tutuşurlar, çamurların üstünde alt alta, üst üste boğuşmaya başlarlardı. Böyle durumlarda bizler de seyrine doyum olmaz bir film izler gibi neşelenirdik. Öyle sanıyorum ki bunu aslında biraz da tekdüze yaşamlarını renklendirmek için yapıyorlardı. Çünkü bir yandan hurmaları birbirlerinin ellerinden kapmaya çalışırlarken bir yandan da kahkahalar atarak çamurlara yuvarlandıklarını gözlemlemiştik. Dağlı pazarcıların bu durumu istiflerini bile bozmadan ve son derece alışkın bir ifadeyle izlemeleri bizi hep şaşırtmıştır. Hemen önlerinde kıyasıya bir mücadele yaşanırken onlar dudaklarının kıyısına iliştirdikleri sigaralarını tüttürerek uzaklara dalar giderlerdi.
Satışlar parayla değil, karşılığında verilen hurmaların ağırlığı kadar bulgur, mısır gibi tahıllar alınarak yapılırdı. Belki de bu kolay ödeme şekli kadınlara hurmaların tamamını kapıp kendi evlerine kaçırma ilhamını veriyordu. Sonunda kazanan gecikmeli de olsa bedelini öderdi. Bu ödeme kimi zaman ertesi güne bile sarkabiliyordu. İşin garibi bu durum pazarcıların umurunda bile değildi. O soğukta vıcık vıcık çamurla kaplı meydanın bir köşesine çöküp, karanlık inene kadar ses çıkarmadan beklerlerdi. Ödeme o gün gelmezse yüzlerinde yine aynı suskun ifadeyle hayvanlarını yemleyip köy odasına girerlerdi. Bir süre sonra kerpiç yapının bacasından çıkıp, kuvvetli rüzgârla pencere pervazlarımızdaki çatlaklardan içeri giren yanık reçine kokusu, tabanı kaba keçeyle kaplı köy odasındaki ocağı yaktıklarını anlatırdı bize. Böyle durumlarda çoğunlukla ertesi sabah kapıya bağladıkları katırları göremezdik. Bunun anlamı; bekledikleri ödemeyi erkenden alıp, biz uyanmadan geldikleri dağ köyüne doğru yola çıkmış olmalarıydı.
O günlerin ardından neredeyse kırk beş yıl geçti. Şimdilerde, sonbahar bahçelerinde, ağırlıklarıyla dallarını yerlere kadar eğmiş hurmalar gördüğümde geçmişe dalar giderim. Gözümün önüne o uzak köyde mezarlığın içinden geçerek yürüdüğümüz karanlık yollar, kış geceleri hiç bıkmadan bilinmez varlıklara havlayan köpekler ve hurmaları küfesiyle kendi evlerine kaçırmaya çalışan kadınların görüntüleri gelir.
İstanbul’daki okulun önünde her gün uğradığı yağmadan hiç ders almadan ertesi gün yine hurmalarla dolu tezgâhıyla kapının önüne dayanan satıcıyı ise hiç unutamıyorum. Bence aklından bir zoru vardı garibin.
MEHMET ÜNVER
Yorum ve sorularınız için bilgi@bilgipesinde.com