Parçalı Anlatım VI

FELSEFE VE PANO AMCA: BİR SEMTİN TATLARI

FELSEFE VE PANO AMCA: BİR SEMTİN TATLARI

* Beşiktaş Çarşı içinde gece bitmiyor. Her sokağı renkli her sokağında hayat var. Dolaştıkça, sokağa masa atmış meyhanelerin müşterilerinden, tanıdığımı zannettiğim, birçok kişiyle selamlaştım. Tanınmış biri olduğumdan değil ya da onca kişiyi tanıyor olduğumdan da değil, göz göze gelince insanlar, çoğunlukla ya bir refleks olarak kafalarını çeviriyor ya da gözlerini kaçırmayıp hafifçe başını sallayarak selam veriyormuş gibi yapıyorlar. Belki de içilen içkinin miktarı ile ilgili bir şey bu; içki miktarı arttıkça insanlar birbirine benzemeye başlayıp tanıdık geliyor.

* Ihlamurdere Caddesi üzerinde, iki ayrı sokağa cephesi olan, tam köşe bir binanın önüne gelince kafam karıştı. Emin olamadım burası mıydı acaba? İlk gençlik yıllarımda burada “Milli Demokratik Devrim” teziyle ünlü bir devrimci ve yoldaşlarının kurduğu Sosyalist bir partinin ilçe binası vardı. Bazen okul çıkışında bazen cumartesi günleri oraya gider, kitap okur, varsa konferans dinlerdik. Felsefeye o zamanlar merak sarmıştım; Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri kitabıyla başladığımı anımsıyorum. Daha sonra “ustaları” özgün kaynaklarından okumaya başlamıştım. Engels’in “Doğanın Diyalektiği”ni okuduğumda 16 en geç 17 yaşında olmalıyım. Diyalektik kavramının bende yerleşmesi ancak çok daha sonraki okumalarımla oldu. Özellikle, Selahattin Hilav’ın kitaplarının çok faydasını gördüm. Babamı, Selahattin Hilav ile galiba Hilmi Yavuz tanıştırmıştı. Birkaç kez onlarla birlikte aynı masada oturmuş içmişliğim vardır. Anımsadığım, babamın o arkadaş ekibinden Hilmi Yavuz ve Hasan Pulur ne kadar nüktedan ne kadar gülmeye hazır insanlardıysa Selahattin Hilav o kadar sert mizaçlı, asık yüzlüydü. Algı, belleği de belirliyor. Ben o zamanlar Selahattin Hilav’ı öyle algıladıysam belleğimde de öyle kalmış.

* Bir süredir çok parçalı ve çok karışık bir şekilde “Varlık, Zaman, Bellek ve Algı” kavramları üzerine okuyorum. Edmund Husserl’in önerdiği şekliyle “belleğimdeki anıyı” “daha fazla geri götürülemeyecek şekilde” geri götürüp parçalamaya çalıştım. Binanın karşısına dikilmiş o muydu değil miydi diye düşünürken “belleğimi” olabildiğince zorlayınca ağzımda bir tat belirdi: O binada, çalışmaya yaptığımız o odada, yediğim sandviçin tadı. Ahmet ile çalışmaya yapmaya gideceğimiz günler için Nuran abla özel olarak mı hazırlardı yoksa öğle yemeğimizi paylaşır ikindi için o sandviçi mi saklardık anımsamıyorum. Taze ekmeğin içine sürülmüş mis gibi süt kokan tereyağı ve kaşar peyniri sanki bir daha asla o kadar güzel bir araya gelmedi.

* Ağzımda eski zamanların bir daha yinelenemeyecek olan tadı ile tekrar ara sokaklara daldım. İnişli çıkışlı epey yol yürümüş ve yorulmaya başlamıştım. Kartal anıtının olduğu meydana gelince biraz soluklandım. Artık eve gitme zamanı gelmişti. Ana caddeye doğru yönelince Asım Ustanın Karadeniz Dönercisi çıktı karşıma. Mumcu Bakkal sokaktaki bu dönerci sırf Beşiktaş'ın değil İstanbul’un en ünlü dönercilerinden. Elbette “döner” Karadeniz işi değil ama Asım Usta Rizeli olduğu için öyle bir ismi uygun görmüş. Öğlene doğru açılıyor mekân. Neredeyse koca bir inek büyüklüğünde sarılmış döner için sürekli kuyruk var ve akşama kalmadan bitiyor. Bazılarına göre İstanbul’un en lezzetli et döneri burada. “En” iyi oldukça göreceli bir kavram olsa da Beşiktaş'a yolum düştükçe ve kuyruk biraz azsa mutlaka bir dürüm döner yiyorum. Yolu düşmeden de sadece Asım Ustanın dönerinden yemeğe Beşiktaş'a gelenleri bilirim...

* Asım Ustanın Karadeniz Dönercisi ile aynı sokakta, Mumcu Bakkal Sokakta, bir de Kaymakçı Pando Amca vardı. Geçtiğimiz Nisan’ın 10’unda 92 yaşında yaşamını yitirdi. Pando Amca olarak bilinen Pandelli Shestakof, aslen bir Bulgar göçmeni. Aynı adresteki ilk dükkânı 1895 yılında dedesi açıyor ve kesintisiz tam 119 yıl aynı yerde dededen toruna kaymak satıyorlar. 2014 yılında mal sahibi zorla tahliye ettirince Pando Amcanın yaşama heyecanı kayboluyor. Uzun süren hastalıktan sonra Pando Amca yaşamını yitirince Beşiktaş Çarşısı da en eski en renkli esnaflarından birini yitirmiş oluyor. Pando Amcanın kaymaklı balı ünlü olsa da aslında bir kahvaltı salonuydu. Sahanda yumurtaları enfesti. Huysuz bir ihtiyardı, çay istersin vermez, bekletirdi filan ama yine de öyle bir parıltısı vardı ki sevdirirdi kendini. Çok fazla orada yememiş olsam da dükkânın, zamanı durdurmuş gibi gösteren lacivert ahşaptan camekanına bayılırdım. O camekan benim için, içinde olduğum zamandan anneciğimin ve babacığımın sağ olduğu zamana götüren zaman makinesiydi sanki…

* Bir şehrin belleğini, bir insanın belleğini oluşturan mekânlar, insanlar bir bir eksiliyor yaşantımızdan. Aşırı tüketimin pompalandığı günümüzde bile elbette, yeni yerler yeni insanlar geleceğin belleğini oluşturacaklar. Ben kendi zamanımı yazmaya “kişisel” belleğimi “şehrin” belleğinin içine aktarmaya çalışıyorum. O kadar…

Yorum ya da sorularınız için: bilgi@bilgipesinde.com